İnsan dediğimiz varlık bir çevrede dünyaya gelir, yaşamını sürdürür ve zamanı gelince ayrılır. Yaşadığı süre içinde çevresi ile sürekli bir etkileşim halindedir. Bu etkileşimde çevre insanı, insan da yaşadığı çevreyi değiştirir. Hayatta kalmak, konforlu ve sağlıklı yaşayabilmek için insanın çevreye uyum sağlayabilmesi çok önemlidir. Buna “adaptasyon” da deriz. Uyum sağlayabilen ve çevrenin kendisinde oluşturabileceği zararlı değişimleri en aza indirenin hayatta kalma şansı daha yüksektir.
Hayatta kalmanın şifresi “uyum”, doğru uyumun şifresi ise” eğitimdir”. Eğitim, tarım ve sanayi devrimlerini arkada bırakan ve bilgi çağını yaşayan dünyamızda olmazsa olmaz bir araç haline gelmiştir. Çünkü doğru bilgi güçtür ve doğru bilgiye ulaşmak ve onu kullanarak uyum sağlamak her zamankinden çok daha zordur. Bu nedenle günümüz dünyasında “doğru eğitim” en önemli yatırımdır ve aklı başında, dış dünyanın farkında olan, az çok dünyanın nereye gittiğini görebilen her toplum eğitime önem verir. Çünkü doğru eğitim, toplumun içinde barındırdığı bireylerin niteliğini, dolayısıyla toplumun iç barışını, zenginliğini ve refahını artırırken eğitimsizliğin getirdiği cehalet ise sefalet, çatışma ve mutsuzluğa yol açar.
İyi eğitimin nasıl olması gerektiği, hangi ölçütlerle yapılacağı atla deve bir konu değildir. Bunun için, doğru bilgiyi üretebilen ve bunu teknolojiye dönüştürme becerisi yüksek toplumlara bakmak yeterlidir. Bunlar aynı zamanda bebek ölümlerinin düşük olduğu, kişi başına düşen gelirin yüksek olduğu, üniversitelerinde her gün yeni buluşların yapılmaya çalışıldığı, beyin göçü alan, dünyanın başka yerlerini rahatça ziyaret edebilirken kendilerini ziyaret etmeye çalışanlara vize uygulayan ülkelerdir. Bunların uyguladığı eğitim modeli ve üniversite sistemi bellidir. Bu ülkeler bilimi ve bilimsel araştırmayı önceler ve bilimi anlayabilecek bireyler yetiştirirler. O nedenle dünyaya uyumları iyidir ve yaşam kaliteleri yüksektir. Yaşadığı çevreye uyum sağlayamayan ve sağlıktan, özgürlüğe birçok sorun ve tehditle boğuşan herkes bu ülkeler veya toplumlara kapağı atıp oralarda yaşamak ister.
Bugünkü doğru eğitime model teşkil eden ülke veya toplumların çoğu ciddi bir orta çağ taassubu yaşamıştır. Bu dönemde bilim ve bilgi üretimi Doğu’da daha iyiydi. Katolik Kilisesinin uyguladığı baskılar, etnik ve mezhebe dayalı kanlı savaşlar ve uzun süreli acılardan sonra Batı aydınlanmayı gerçekleştirdi. Bunu eğitimi, bilgiyi ve bilimi öne çıkararak yaptı. Bir önceki devletimiz olan Osmanlı ise bu süreci maalesef ıskaladı. Bunun en net kanıtı matbaayı Batı kullanmaya başladıktan 273 yıl sonra kullanmasıdır. Osmanlı padişahları ve saray Batı’yı önemsedi. Kendileri ve saray efradını eğitmeye çalıştı, ancak eğitimi ve bilgiyi yönettiği topluma yayamadı. Toplum cahil ve bilgisiz kaldı. Adam yetiştiremediği için de devlet ve ülke yönetiminde çoklukla devşirmeleri ve dış transferleri kullanmaya çalıştı. Bunun sonu kaçınılmaz olarak çöküşe ve işgale kadar gitti. Çünkü “taşıma su ile değirmen dönmez”. Siz kendinizi eğitemezsiniz, kimse sizi eğitmek ve geliştirmek için uğraşmaz. Müttefikleri bile Osmanlı’nın çöküşüne destek oldu.
29 Ekim 1923 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan yeni Türk Devletinin ana felsefesi eğitimi ve bilimi öncelemekti. Bu konuda büyük bir başarı sağlandı. Halk cehaletten ve taassubundan büyük ölçüde kurtarıldı. Anadolu coğrafyasında sık karşılaşılan hastalıklar tarih oldu. Üniversiteler kuruldu. Bilim insanları yetiştirildi. Bugün hala Cumhuriyetin ilk dönemlerinin getirdiği birikimlerin mirası yeniyor; ancak bunun da bir sonu olacağı unutulmamalı.
Atatürk’ün ölümünden sonra akıl ve bilimi önceleyen eğitim sistemi hızla önce ezberci, sonra da sorgulamayı geri plana iten bir anlayışa büründü. 1990’lardan başlayarak da eğitimde ve bilimde popülizm modası başladı. Üniversitelerimiz, akademisyenlerimiz ve eğitimimiz bundan nasibini ziyadesiyle aldı. Günümüzde okul sayımız, öğretmen ve akademisyen sayımız, üniversite sayımız fevkalade iyi. Kişi başına düşen profesör sayısı da fena değil. Sorun nitelik…
Üniversitelerin çoğu yüksek dershaneye dönüşmüş durumda. Akademisyenlerin çoğu da bilim, araştırma ve eğitim ile uğraşmaktan çok popülaritelerini nasıl artırabilecekleri ile ilgileniyorlar. Akademisyen duruşu yok. Ağızdan çıkan lafın nereye gittiği kimin umurunda? Önemli olan izlenirlik. Kitap yazılacaksa da popülarite. Toplumun öncelikleri hızla değişiyor. Doğru bilgiye ulaşmak, üzerinde düşünmek, yanlışı doğrudan ayıklamak, bilgiyi kullanmak emek gerektiriyor. Onun yerine çevreye duymak istediklerini”çok basit bir dille” ifade eden kişiler çok seviliyor. Hele bunlar akademik bir unvana da sahip ise harika oluyor. Akademisyenlerimiz maşallah her konuyu mükemmel biliyor. Alanı olsun olmasın her konuda ahkam kesiyor. Bazıları da, normal bir ülkede, alanlarıyla ilgili akademik aşama bilim sınavında doğrudan başarısız kabul edilecekleri temel hataları TV’lerde ve gazeteler aracılığıyla yapmakta sakınca görmüyor.
Üzerinden çok zaman geçmedi: psikiyatri bilimi ve şizofreni çalışmaları ile ilgisi olmayan bir Profesör “Şizofreniye cinler neden oluyor” dedi. Beslenme ve diyet uzmanı olmayan bir başkası “çocuklara bol bol, kahve içirin” diyor. TV’lerde mental hastalıklar bizzat akademisyenler tarafından etiketleniyor, Otuz yıl önce tedavülden kalkmış bilgiler güncel literatür bilgisi olarak veriliyor. Daha kötüsü bu tarz günümüz Türkiye’sinde her alanda prim yapıyor, işe yarıyor. Bunu Türkiye’de az kitap okunduğu eleştirisini getiren bazı yayın evleri de teşvik ediyor. Bilim sözde halkın anlayacağı bir şekle evrilmeye çalışılırken aslında cehalet yayılıyor.
Günümüz cehaletini geçtiğimiz yüzyılların cehaleti ile karıştırmayın. Günümüzde okur-yazar olmak,üniversite bitirmek ve hatta akademik unvanlara erişmek cahil olmaya engel değil. Günümüz cehaletinden kurtulmanın yolu eğitimi doğru bir sistemle vermek. Aksi taktirde agnotolojinin, yani cehalet biliminin yaşam bulduğu bir çevreye sahip oluyorsunuz. Medya da bunun yayılması için aracılık yapıyor.. Eğitimsiz insanlara cehaleti bilimini diye anlatmak,, algı yönetimi yapmak çok kolay.
Gelelim yazımızın başlığına… Eğitimin şekilden şekile sokulduğu, akademisyenlerin duruş ve yaklaşımlarının akademisyene benzemediği, medyanın izlenme uğruna yanlış ve yanıltıcı haber vermekten kaçınmadığı, yayın evlerinin bir kitabın içeriğinden çok yazarının popülaritesine baktığı bir sistemin içinde akademisyen olmayan bir vatandaşımız “dünya düzdür, aksini iddia eden masondur” demiş.
Dünya düzdür, yer çekimi yoktur, güneş dünyanın etrafında döner, uzaya hiç gidilmedi vs gibi iddialar internette bir grup insan tarafından bir süredir tartışılıyor. Ancak bunların hiçbir bilimsel niteliği yok. Böyle internet sitesi çok… İnternette kokainin ne kadar yararlı, eğitimin ve öğretimin ne kadar zararlı olduğunu iddia eden, bilmem ne otu ile kanseri bir günde iyileştirdiğini son derece ikna edici şekilde açıklayan birçok site var. Arayan her türlü bilgiye ulaşabiliyor. Belli ki bu vatandaşımız da buralardan alıntılarla benim şimdi yazdığıma benzer bir deneme yapmış. İlginç olan, güncel kanıtlanmış gerçekler ışığında neyin ne olduğu belli iken, normalde gülünüp geçilebilecek, üzerinde durup zaman kaybedilmeyecek bir yaklaşımın medyada ve hatta akademisyenler arasında ciddiye alınarak iddia sahibine birçok kanaldan yanıt yetiştirilmeye çalışılması, ağır eleştiriler getirilmesi. Bu arada tabii ki iddia sahibi de amacına ulaşıp bir hayli popüler olmayı başardı.
Bu yaklaşımın, Türkiye gibi bir ülkede, en az üniversite mezunu olabiilecek ve iktidar partisinin kıyı köşe bir yerinde görev yapan biri tarafından ciddi ciddi ileri sürülmesi haber değeri taşısa da bu kadar çok önemsenmesi ve sosyal medyada yayılması ilginçtir.
Türkiye’nin eğitime verdiği önem ortada. Bu genç mevcut eğitim sisteminin ürünüdür. An itibarı ile iyi olan bu hurafeyi henüz bir akademisyenin ifade etmemiş olmasıdır. Ama, az sabırlı olun, yakında o da gerçekleşir. İsminin önünde akademik unvan bulunan birinden bu gencimize destek gelebilir. Hatta akademisyenimiz bir adım ileri giderek eksiklikleri de tamamlayabilir. Örneğin, “dünya öküzün boynuzunda duruyor” diyebilir. İşte o an medyamıza da gün doğar… TV programlarında dünya düzdür, öküzün boynuzunda duruyor diyenlerle, yok öyle değil yuvarlaktır diyenler konusuna hakim bir moderatör eşliğinde tartışır. Bu programlarda kanıtlanmış bilimsel bilginin aksini savunanlar sıkıştıkları anda fikir ve ifade özgürlüğünden dem vurabilir, hatta Atatürk’e hakaret ederek bir kısım izleyiciye daha sempatik görünebilirler. Yayın evlerimiz yeterli tanınırlığa ulaştığı andan itibaren bu fikri ileri sürenlerin kitaplarını bilgiye erişimi kolaylaştırmak adına halkımızın bilgisine yazılı olarak da sunabilir. Bunların hiçbiri olmaz diyorsanız, şu anda olan bitene alıcı gözle bir daha bakın derim.
El alem Mars’ta su bulurken, uzayda koloni arayışındayken ve baş döndürücü hızla gelişen teknoloji ürünlerini bize satarken biz bunları tartışmaya devam edelim… Belki bu cep telefonları ve mevcut bilgiyi yaymak için kullandıkları teknoloji de aslında uydurmadır. Daha ilginç olan ise bu tarz hurafecilere pirim veren siyasetçilerin çoğunun çocuklarının dünya yuvarlaktır, yer çekimi vardır, dünya güneşin etrafında dönüyor vs şeklinde bilgiler öğreten ve hatta evrim teorisini anlatan okullarda eğitim almakta olduğudur. Sözün özü eğitimimize, akademisyenlerimize ve kendimize bir çeki düzen vermez isek yakın bir gelecekte dış çevremiz, yani dünyamız, sadece Türkiye’den ibaret olabilir.