Kaynak: https://doktorclub.com/saglik40-detail.php?postId=18672
Tüm yaşadığı sıkıntılara ve kırgınlıklarına rağmen bilime olan ilgisini ve çalışma azmini asla kaybetmeyen, öğrenmeye ve öğretmeye devam eden üretken bilim insanı Prof. Dr. İsmail Tayfun Uzbay, başarılarla dolu hayat hikâyesini Health40 platformunda okurlarımızla paylaştı.
“Her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden çok etkilendim”
Bilimi çok seviyorum ve karşınızda profesyonel bir bilim insanı olarak sizlerle bu görüşmeyi yapıyorum. Ben her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden çok etkilendim. Gazi Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederse benim manevi mirasçılarım olur.” Türkiye’de birisi akademisyen olmuş ve bu felsefeyi benimsemiş ise Atatürk’ün manevi mirasçısı olmuş demektir. Ben de kendimi Atatürk’ün manevi mirasçılardan biri olarak kabul ediyorum.
Ben 1959 yılında Ordu’nun Ünye ilçesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul ve liseyi Ünye’de okudum. 1965’ten 1970’e kadar Anafarta İlkokulunda okudum. Okulumuz güzel bir bahçesi olan ahşap bir binaydı. İlkokulda okuduğum yıllarda, biri sağlık diğeri ise uzay bilimleri alanında dünyada iki önemli olay gerçekleşti. Sağlık bilimleri konusunda beni en çok etkileyen Güney Afrikalı cerrah Dr. Christiaan Barnard’ın 3 Aralık 1967’de gerçekleştirdiği kalp nakli idi. O zamanlarda iletişim ve haber ağı bugünkü gibi değildi. Bu haberi annemin abone olduğu ve haftada bir evimize giren Hayat mecmuasından öğrenmiştim. O zamanlar bir ilkokul öğrencisi olmama rağmen haber beni çok etkilemişti. Haberi tekrar tekrar okudum. Bu olaydan çok etkilenip Dr. Barnard’a hayran olmuş ve onun gibi bir cerrah olma hayalleri kurmuştum.
İki yıl sonra 1969’da yine ilkokuldayken Neil Armstrong Ay’a ayak basan ilk insan olmuştu. Bu haberi de yine radyo, gazete ve haftalık dergilerden takip etmiştim. Dediğim gibi, o zamanlar sadece radyo ve gazete var; gazete Ünye’ye geliyor ama önemli bir haberi ancak bizler 1,5 gün sonra öğreniyoruz. Neden 1,5 gün diyorum, günlük gazetenin dağıtım aracından Ünye’deki gazeteciye ulaşması çok defa öğle saatlerini buluyordu. Neil Armstrong’un aydaki meşhur yürüyüşünden sonra da astronot olma ve uzaya gitme hayalleri kurmuştum.
“Oyunlarım akranlarıma hiç benzemiyordu”
Arkadaşlarım yaşlarına uygun çocuk oyunları oynarken benim oyunlarım biraz garip ve onlardan farklı idi. Ben oyunlarımda ya aya giden ilk Türk astronot oluyordum ya da tam teşekküllü ameliyathane gibi yaptığım odamda peçete ile bir cerrah gibi maske takıp, annemin yastıklarından yaptığım maket insanlar üzerinde ameliyatlar yapıyordum. Babam da bu çocuk normal çocuklar gibi oynamıyor diye endişeleniyordu.
Galiba ya bir hayırsever okulumuza bağışta bulunmuştu ya da bir yerden para gelmişti; yani okulun parası vardı. O zamanlar okul müdürümüz Allah rahmet eylesin, Hasan Sevindik hocamızdı ve ilkokul öğretmenim Günay Canarslan ile bu para ile okula bir şeyler almak için öğrenciler arasında anket yaptılar. Okulumuzun daha trampet takımı olmadığından mili bayramlarda, geçit törenlerinde biz ekibi olan okulların yanından yürüyorduk. Yapılan ankette en çok oy trampet takımı kurulmasına çıkmıştı. Sonrasında oylar voleybol topu, futbol topu gibi çocukların ilgisini çekecek şeylere çıkmıştı. Benim isteğim ise okula mikroskop ve teleskop alınmasıydı. Müdürümüz Hasan Sevindik beni çağırdı ve “İsteklerin çok etkileyici, çok etkilendim ama çoğunluk bunları talep etmemiş” dedi. Yani daha ilkokulda bilime ve araştırmaya bir hayli merakım vardı.
O zamanların ünlü haftalık dergilerinden biri de Fotoroman’dı. Annem bu haftalık dergiye de aboneydi. Çarşamba günleri eve siyah beyaz baskılı Fotoroman gelirdi. İçinde çok güzel hikâyeler olurdu. Korku isimli hikâye beni çok etkilemişti. Konusu İtalya’da bir klinikte geçen hikâyede şizofreni hastası olmadığı halde şizofreni hastalarının bulunduğu bir kliniğe kapatılan Cecilia isimli bir genç kızla, kliniğe sonrasında gelen ve Cecilia’nın hasta olmadığını fark ederek yaşlı klinik yöneticisi Profesör Oswaldi’ye bunu kanıtlamaya çalışan idealist doktor Dario’nun mücadelesi anlatılıyordu. Kızın zengin akrabaları kızı mirastan pay almasın diye hasta gibi gösterip kliniğe kapatmışlardı.
Bu romanda bir psikiyatri kliniğinin işleyişi, psikiyatri doktorları, ruh hastaları, şizofreni ve şizofrenin nelere mal olabileceği gibi konularda bilgiler de edinmiştim. Bu beni çok etkiledi. Kalp nakli yapıldığı için bir daha yapmanın anlamı yoktu. Aya gitme fikrimden de vaz geçmiştim. Hem yükseklik korkumun olması hem de okula teleskopun alınmaması ilgimi kaybetmeme neden olmuştu.
“Hedefim büyük; ileride iyi bir beyin cerrahı olacağım ve ilk beyin naklini yapacağım”
Şizofreni hastalığının tedavisinin olmadığını öğrenince ileride iyi bir beyin sinir cerrahı olacağım ve ilk beyin naklini ben yapacağım diye yeni bir hedef geliştirdim. Hipotezim de sağlamdı; Dr. Barnard kalp ameliyatında hasarlı kalbi alıp sağlam kalbi yerine koyup hastayı sağlığına kavuşturuyordu. Ben de şizofreni olan beyni alıp sağlam bir beyinle değiştirirsem hastalık ortadan kalkar diye düşünmüştüm. Öğretmenlerim madem böyle büyük hedeflerin var, doktor, hatta beyin cerrahı olmak istiyorsun o zaman iyi bir eğitim alman lazım diyerek beni yönlendiriyordu.
Babam Ünye’de pastanesi olan küçük bir esnaftı. Günümüzde o pastaneyi halen işletmeye çalışıyor. Ünye’de okuyorsun ve hedef büyük. İyi bir eğitimin yolu Ankara’daki TED Koleji ve birkaç ildeki benzer kolejlerden geçiyordu. İlkokul sonrası bu kolejlere girmek için o zamanlar sınav yapılırdı. O zamanki adıyla Samsun Maarif Koleji önemli bir okuldu ve yatılı kısmı da vardı. Üstelik Ünye’ye de yakındı. İlkokul 5. sınıfta kolej sınavlarına girdim. En başa da Samsun Maarif Koleji’ni yazmıştım; fakat hiçbirini kazanamadım. İlk defa test sınavıyla karşılaşmıştım. Bu sınavı kazansaydım hayatımda ne değişirdi bilemiyorum.
Maarif kolejine giremeyince mecburen Ünye Ortaokulu’na sonra da Ünye Lisesi’ne gittim (1973-1976). O yıllarda Ünye Lisesi’nde kimya, fizik ve biyoloji laboratuvarı vardı ve o zaman için bana göre harika bir eğitim sistemi vardı. Öğrenciler ortaokuldaki fen ve edebiyat başarı durumlarına göre lisenin birinci sınıfında fen ve edebiyat diye iki ayrı kola ayrılıyordu. Ortaokuldan sonra bir olgunluk sınavı yapılıyordu. Bu sınav tüm temel derslerden yapılıyor aldığınız ortalama puan ile fen ve sosyal derslerdeki puanınız lisede hangi kola devam edeceğinizi belirliyordu. Edebiyat kolu fen derslerini çok az alıyorlar, buna karşılık sosyal bilimler alanının dersleri daha ağırlıklı okutuluyordu. Lise ikinci sınıfta fen kolu Matematik ve Tabii Bilimler (ya da Biyoloji) olarak yine ikiye ayrılıyordu; bunu da matematik ve biyoloji dersindeki performansınız belirliyordu. Önce ortaokul fen dersleri ortalamam ile lisenin fen koluna, sonra da biyoloji ortalamam oldukça yüksek olduğundan Tabii Bilimler koluna ayrıldım. Bence güzel bir sistemdi. Bir daha sınava gereksinim duymadan öğrencileri yeteneklerine göre fırsat eşitliği ve hakkaniyet çerçevesinde kategorize ediyordu. Tabii Bilimler bölümünde matematik ders saati az, biyolojinin ise fazlaydı. Fizik ve kimya gibi temel dersler her iki kolda da ihmal edilmiyordu.
Belki inanmayacaksınız ama Ünye gibi nüfusu o zamanlar 16 bin civarında olan bir kasaba lisesinde, o yıllarda ben kimya laboratuvarında odundan alkol damıttım. Fizik laboratuvarında dalga boyu ölçtüm ve biyoloji laboratuvarında da birçok gözlem yaptım (sineği, solucanı inceledim vs.). Şimdiki Anadolu liseleri, süper liseler ayarında laboratuvarları vardı.
Aklıma gelen ilginç bir anımı paylaşayım. Yazdığım “Görünmeyen Beyin” kitabımın İstanbul’daki imza gününde ortaokul Türkçe hocam Mehmet Zeki Gündüz ile karşılaştım. ‘’Hocam siz olmasanız böyle yazamazdım’’ dedim ve kendisine imzaladığım kitabımı hediye ettim. Hocam da benimle gurur duyduğunu söyledi. Lafı uzatmayalım ama şimdiki çocuklar dilekçe yazmakta bile zorlanıyor..
“Üçüncü defa sınava girmek ve tıp yerine eczacılık okumak”
Ünye Lisesi’nden mezun oluktan sonra hedefim belliydi, tıp fakültesini kazanmak istiyordum. Üniversiteye girişte yapılan sınavın adı ÜSS (Üniversite Seçme Sınavı) idi. O zamanlar yanılmıyorsam 16 ya da 20 tercih yapılıyordu; emin değilim. Her neyse, hatırladığım tüm tercihlerimi tıp fakültesi olarak doldurmuş olduğum. Birinci sınava girerken İstanbul Tıp Fakültesi’nden başlayarak memlekette ne kadar tıp fakültesi varsa hepsini yazdım ve başkaca bir tercih yapmadım. Hedefim belliydi. Beyin ve sinir cerrahı olacaktım. Birinci sınav sonucu geldi. Puan fena değil ama hiçbir yere giremedim. Yanılmıyorsam en alttaki tercihime ulaşmak için 8-10 soru daha yapmam gerekiyordu. Tabi büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Arkadaşlarımın birçoğu bir yerlere yerleşmişti.
İkinci sene babama işi sansa bırakmayayım bir de dershaneye gideyim dedim. O zamanlar ne Ünye’de ne de Samsun’da dershane yok, en yakın dershane Ankara’daydı ve teyzem Ankara’da oturuyordu. Ankara’da Arı dershanesi ve Büyük Dershane vardı. Büyük dershaneyi tercih ederek, daha iyi bir hazırlık dönemi geçirdim. Bu sefer daha mütevazı davrandım; tercih konusunda 10 tane tıp fakültesi, onun arkasına eczacılıkları yazdım. Üstüne dershane takviyesi koymama rağmen, hangi faktörler etkili oldu bilmiyorum, ama bu sefer daha düşük puan aldım. İkinci yılda da hiçbir programa giremedim.
Bir taraftan askerlik çağım da yaklaşıyor. Babam da “Bırak okul işini, olmuyor, gel beraber dükkânda çalışalım” diye söylenmeye başlamıştı ama ben mutlaka okumak istiyordum. Mevcut puanım ile bir yerlere ön kayıt ile gireyim sonra tekrar sınava girerim diye düşündüm. Hiç unutmam, radyoda gece 23:00 haberlerinden sonra üniversitelerin kesin kayıt ile dolmayan boş kontenjanları anons edilirdi. Her gece radyo başında beklerdik. Kulağımız radyoda açık kontenjan beklerdik. Neyse, o yıl mevcut puanım ile ön kayıt yaptıracağım bazı uygun yerler anons edildi. Önce Kayseri Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi elektrik elektronik bölümüne ön kayıt yaptırdım; olmadı. Daha Sonra Hacettepe Üniversitesi’nin psikoloji bölümüne ön kayıt yaptırdım ama onu da kazanamadım. Büyük bir hayal kırıklığı ile Ünye’ye geri döndüm. Benim sosyal puanım fen puanımdan daha yüksekti. Üçüncü ön kayıt denemesinde puanım Samsun Eğitim Enstitüsü’nün Sosyal Bilimler bölümünü tuttu ve oraya kayıt yaptırdım. Bu şekilde askerlik sorununu da çözmüş olarak tekrar sınava girmeye karar verdim. Babama söyleyince, babam “Öğretmenlik de güzel meslek sana güzel bir öğretmen hanım buluruz evlenir, geleceğini kurarsın” dedi. Babamın yaklaşımı mantıklı olsa da benim aklım hala tıpta ve beyindeydi.
Yeni bir dershane denemesine imkân yoktu. Hiç unutmuyorum, Samsun’da Mecidiye caddesinin yakınlarında Kar Kitabevi isimli bir kitapçıda Soru Bankası isimli bir kitap gördüm ve onu satın aldım. Kitap geçmiş yıllarda çıkan soruları ve benzerlerini içeriyordu. Sürekli test çözdüm. O kitabı sınav zamanına kadar bitirdim. Üçüncü üniversite sınavına Samsun’da Çiftlik Caddesi üzerindeki küçük bir ilkokulda girdim. Bu sefer sınavı zamanından önce bitirmiş ve sorulara tekrar tekrar bakma fırsatım olmuştu. Sosyal bilimler bölümünde okuyorum, tercihlerimin çoğu tıp gibi fen alanında ama hukuk, siyasal ve gazetecilik gibi sosyal bilimlerden tercihlere de yer verdim. Üçüncü girişimde tek tıp tercih koymuştum. İkinci tercihim ise İstanbul eczacılıktı.
Bu sefer çok yüksek puan aldım, bu puan ile ilk girdiğim sınavda tercihlerime yazdığım bazı tıp fakültelerine de girebiliyordum. Ama bu sefer de ne yazık ki o fakülteleri yazmamıştım. İkinci tercihim olan İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni kazanmıştım. Dördüncü defa sınava girmek veya eczacılık okumak arasında bocalarken İstanbul Eczacılık Fakültesi’ne kayıt yaptırdık.
“İstanbul Eczacılık Fakültesi’ne Millî Savunma Bakanlığı’ndan burslu öğrenci olarak başladım.”
İlk yarıyıl o zamanlar Kozyatağında oturan rahmetli amcamın evinden okula gittim. Sabahın 5:30’unda kalkıp biri vapur üç vasıta değiştirerek okula gitmek zor oluyordu. Öte yandan Türk gençliğinin sağ sol diye iyice kutuplaştığı bir dönemdi ve siyasileşmeyen yurt yoktu. İkinci yarıyılın başında Millî Savunma Bakanlığı’nın eczacı ihtiyacını karşılamak için açtığı sınavı kazanarak bakanlık adına burslu askeri öğrenci olarak okula devam ettim. Bu durum beni merak eden annemi ve babamı da rahatlattı. Mezun olunca da işim hazırdı, eczane açmak zorunda değildim. Okulda ilk iki yıl epeyce zorlandım. Ama ortaokul ve lise alt yapımın ne kadar iyi olduğunu zamanla anladım. Okula adapte oldum. Bilime hala meraklıydım. Şizofreniyi cerrahi ile tedavi etme hedefimi de revize ettim. “Madem eczacılık okuyorum, şizofreni hastalarına hastalıklarını kesin tedavi edebilecek bir ilaç keşfedeyim” dedim.
Fakültemizin duayen hocalarından rahmetli Prof.Dr. Turhan Baytop derslerinde kil tabletlere çivi yazısı ile yazılmış eski reçeteleri göstererek “Bunları her yıl gösteririm, hiçbir öğrenci merak etmez, şurada burnumuzun dibindeki Arkeoloji Müzesine gidip bunların orijinallerini görmez” diyordu. Ben merak edip gittim. Hatta araştırma için arkeoloji müzesinden izin aldım. İlgimi çeken bir reçeteyi Edebiyat Fakültesi’nden bu yazı dilinden anlayan akademisyenlerin yol göstermesi ile tercüme edip, yorumlayıp yayımladım (Uzbay, İ.T. Mezopotamya uygarlığında eczacılık mesleğine dair bir inceleme. Eczacılık Bülteni, 23:57-60, 1981. Eczacılık Bülteni, Prof.Dr. Kasım Cemal Güven’in editörlüğünde halen yayınını sürdürmektedir). Hatırladığım kadarı ile o sıralarda Edebiyat Fakültesi’nde çivi yazısı konusunda dünyanın en önemli uzmanları arasında kabul edilen Prof.Dr. Muhibbe Darga da vardı. Bu benim bilim hayatımın ilk makalesiydi. Yine öğrenciyken Turhan Baytop Hoca’nın bana tahsis ettiği kendi dersinde tüm fakülteye Mezopotamya ve Hitit dönemi eczacılığını kil tabletlerin analizi üzerinden anlatan bir konferans da verdim.
Üçüncü sınıf öğrencisiyken İsveç Stockholm’deki 28. IPSF (International Pharmaceutical Student Federation) öğrenci kongresi için bildiri hazırladım. Bildirim sözlü sunum olarak, üstelik 45 dakikalık bir konferans şeklinde sunulmak üzere kabul edildi. Konu Türkiye’de kırsal kesimde sağlık ve eczacılık hizmetleri idi. Burada şöyle bir sıkıntı ortaya çıktı, IPSF’nin okulumuzdaki Türkiye komitesi, bildiri sunacakların bir yeterlilik jürisinden geçmesi gerektiğini belirtti. Benim lisede aldığım İngilizce böyle bir sunum için yeterli görülmüyordu. Aslında aldığımız İngilizce eğitimi fena değildi ama bir kolej seviyesinde de değildi.
Bir jüri kuruldu ve kendimi anlatmamı istediler. Biraz anlattım, yeterli bulmadılar. Bazı sorulara yanıt verme ve akıcı konuşma konusunda sorunum vardı. Bildiriyi benim adıma benim yerime İngilizcesi iyi olan bir başka öğrencinin sunmasını teklif ettiler. Kabul etmedim. Ben ısrarla kendim gitmek ve bildirimi sunmak istiyordum. İki ay süre istedim çalışmak için, sonra beni tekrar dinleyin, ben bunu akıcı sunacağım, dedim. Pek de inanmayarak bana 2 ay süre verdiler. “İki ay sonra, akıcı bir şekilde İngilizce olarak sunumu yapamazsan bildiriyi senin adına sunmak üzere başka bir öğrenciyi göndereceğiz” dediler.
Robert Kolej mezunu rahmetli psikiyatrist Prof.Dr. Özgür Polvan akrabamdı. Ondan yardım istedim. Daha önce iyi bir tercüme bürosuna tercüme ettirdiğim metni bir kasete akıcı bir şekilde okuyarak kayıt etti. Ben de kaseti o zamanın gözde müzik dinleme aracı walkman’e takarak dinlemeye başladım. Kayıtlı metni fırsat bulduğum her anda, uykuda bile dinleyerek ezberledim. Günü geldiğinde heyete karşı güzel bir sunum yaptım. Heyet, “Seni çok takdir ediyoruz ama sorulara cevap veremiyorsun bu yine problem yaratır” dedi. Bu sorunu da çözdüm. Sınıf arkadaşım Yekta Alper bana duayen eczacılardan İzmir Konak’ta eczanesi olan Atilla Sayıner’in oğlu Tarık Sayıner’in de kongreye gittiğini, kolej mezunu olduğunu ve iyi derecede İngilizce konuştuğunu söyledi. Kısa sürede Tarık ile irtibat kuruldu. Çok pozitif bir arkadaştı. Hem öğrenci kongresini izlemek hem de tatil yapmak için İsveç’e gidiyordu. Sunum esnasında soru geldiğinde cevap vermeme yardımcı olmayı kabul etti. Bunun üzerine heyet sunum yapmamı kabul ederek İsveç’e gitmeme izin verdi.
On gün süren bu kongre benim ufkumu çok açtı. Bildirim en iyi dört bildiri arasına girdi. Ardından Tarık ile beraber açık oturuma da katıldım. Nobel müzesini, Eczacılık Fakültesinin araştırma laboratuvarlarını gördüm. Nobel müzesi beni çok etkiledi. Şizofreni tedavisine yönelik bir ilaç keşfedebilirsem Nobel Ödülü alabileceğimi düşündüm.
1982’de Eczacılık Fakültesinden iyi bir derece ile mezun oldum. Asker olduğum için önce Çorlu Askeri Hastanesi’nde daha sonra Tekirdağ’daki ilaç deposunda iki yıllık mecburi kıta hizmetimi yaptım. Bu arada ada Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) kurulmuştu.
“Biraz geç de olsa nihayet tıp fakültesine girebildim”
GATA Tıp Fakültesi’ne klinik harici branşlarda yetiştirmek üzere subay aranıyordu. O yıllarda hekimler klinisyenliğe çok değer verdiğinden klinik harici branşlara hoca bulmak zor oluyordu. Özellikle anatomi, patoloji, farmakoloji ve biyokimya gibi branşlarda açık vardı. GATA bu ihtiyacı karşılamak için bana göre çok akıllıca bir iş yaptı. Eczacılık gibi tıbba yakın mesleklerden mezuniyet ortalaması yüksek subaylar arasından ayrıca bir dil ve meslek sınavına tabi tutarak, yüksek lisans eğitimine öğrenci aldı. Daha sonra da yüksek lisans eğitiminin anatomi, fizyoloji ve fizyopatoloji derslerini baştan sona öğrenciler ile birlikte aldırdı. Vize ve genel sınavları da ciddi bir şekilde yaptı. Ben de seçilenler arasındaydım ve yüksek lisans eğitimim biraz uzasa da bu dersleri yeterli ölçüde alarak iyi yetiştirilmiş oldum. Sonrasında bana tamam sen doktora da yapabilirsin dediler. Tıbbi farmakoloji doktorasını duayen hoca Prof.Dr. Oğuz Kayaalp’in danışmanlığında Hacettepe Tıp Fakültesi’nde tamamladım. Doktorayı aldıktan sonra tıptan Doçent oldum. Doktora tezim alkol bağımlılığı ile ilgiliydi. GATA’da en iyi aletlerle donatılmış iyi bir laboratuvar kurulmuştu. Bu laboratuvarda deney hayvanlarını alkolik yapmak ve alkol bağımlılığını tedavi etmek için hem yeni bir yöntem geliştirdim, hem de bazı ilaçların ilk kez önemli etkilerini tespit ettim. Doktora tezimden tam dört adet SCI dergilerde basılan makale çıktı. Alkol bağımlılığıyla şizofreni arasındaki ilişki üzerinde de araştırma yapmayı düşünmüştüm; buna yönelik araştırmalar yapıyor başka makaleler de yayınlıyordum.
“Aldığım ilk ödül sonrası Türkiye’de bilim camiasındaki kıskançlığın bu safhada olduğunu öğrendim”
Avrupa Nöropsikofarmakoloji Derneği’nin kongresinde verilen genç araştırmacı ödülleri vardı. Ödüller 5 kişiye veriliyordu. Amsterdam’daki toplantıda ben de aday oldum. O zamanlarda iletişim teknolojisi yaygın değil, sonuçlar şimdiki gibi cep telefonlarına gelmiyor, dijital ekranlardan ilan edilmiyor.. Sonuçlar kongrenin yapıldığı merkezin kapısına asılarak ilan edildi, ve kazananlar arasında 5. kişi olarak benim de adım vardı. Ödül töreninde ise benim adım değil başkasının adı okundu. Bu durum halen kafamı meşgul eder. Orada bir karışıklık oldu, söylediklerine göre benimle birlikte bir kişi daha aynı puanı almış. Özür dileyerek bana da sözde kazandığıma dair belge verdiler. Ama ilginçtir Türk meslektaşlarım bana verilen ödülü bir rüşvet gibi gördüler. Ben ilk defa Türkiye’de bilim camiasındaki kıskançlığın bu safhada olduğunu orada öğrendim. Ayrıca bu olay bana Türkiye’de başarınızla kimsenin övünmeyeceğini öğretirken, neden beyin göçü verdiğimizi de daha iyi anlamamı sağladı.
Sonrasında Kuzey Teksas Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi’nde bir yıl çalıştım. Orada çok şey öğrendim çünkü tamamen psikofarmakoloji üzerine araştırma yapan bir laboratuvardı. Buraya gidişim de enteresandı. GATA’da tıbbi farmakoloji alanında ben hekim değil eczacı kökenli olduğumdan meslek şovenizmi ile karşılaştım, GATA beni yurtdışına göndermedi. Ben de proje yazdım. Projem kabul edilince TÜBİTAK ve NATO desteğiyle Kuzey Teksas Üniversitesi’ne gittim. Buradaki 6 aylık sürecin sonunda çalışmalarımdan memnun kalan üniversite, bursumu kendi bütçesinden 6 ay daha uzattı. Eğitimimin sonunda bölüm başkanı tarafından merkezde kalmam konusunda davet aldım ama Genel Kurmay izin vermediği için dönmek zorundaydım. Daha öğrenci iken benden desteklerini esirgemeyen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Türk Milleti’ne karşı duyduğum minnet borcundan dolayı memlekete döndüm. Daha önce devlet aracılığıyla yurtdışına gönderilenlerin % 60’ı geri dönmemiş. Yani üste para vererek batılı ülkelerin işgücüne güç katmışız. Bu nedenle yurtdışındaki uzun süreli kalışlara karşı da bir direnç vardı. Dönünce Teksas’taki laboratuvarın aynısını GATA’da kurdum. Yurt dışında kalanların aksine yabancıların verdiği burslar ile kendimi geliştirdim ve ülkeme dönüp hizmet etmeyi önceledim. 1999 yılında da İtalya’daki Cagliari Üniversitesinin verdiği burs ile bir süre de bu üniversitede çalıştım.
“Laboratuvar 15 yılda 90 bilimsel makale, 7 TÜBİTAK ve 1 DPT projesi ile 5 yüksek lisans ve 5 doktora tezi üretti”
1997-2012 yılları arasında Gülhane Psikofarmakoloji Ünitesi’nde daha çok bağımlılık üzerinde çalıştım. Tezimde geliştirdiğim yöntem Encyclopedia of Psychopharmacology (Psikofarmakoloji Ansiklopedisi) içinde yer aldı (Uzbay IT, Bizarro L. Liquid diet for administering alcohol In: Encyclopedia of Psychopharmacology. Stolerman). Bunun dışında SCI dergilerde 90 bilimsel makale yayımlandım. Sadece bu yayınlara 2000 civarı atıf yapıldı. Ayrıca 5 yüksek lisans, 5 doktora tezi bitirildi. Bunların üçü daha önce girmeyi başaramadığım Hacettepe deneysel psikoloji bölümündendi. Oradan gelen gençler deneysel psikoloji çalışmalarını benim laboratuvarımda yaptılar. Bu süreçte yedi TÜBİTAK ve 1 DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) projesi başarı ile tamamlandı.
Şizofreniye poliamin yaklaşımı ile ilaç adayı üç moleküle incelemeli patenti aldık. Yani şizofreni tedavisi için bir buluş yaptım, çünkü incelemeli patent buluşa veriliyor. Bu buluşun gerçekten insanlardaki şizofreni tedavisinde işe yarayıp yaramayacağı ise ayrı bir konu. Medya ve tıp camiası bu gelişmeyle çok ilgilendi. Çalışmalarım ulusal ve uluslararası alanda yankı uyandırdı. Çalışmalarımın sonrasında Amerika Bileşik Devletleri’nde, California San Diego Üniversitesi’nden (UCSD) davet aldım ve sunum yaptım. Üniversitenin önemli akademisyenleri birlikte çalışma ve ilaç geliştirme teklifimizi kabul etti ve birlikte proje üretmeye karar verdik. Daha sonra Dubai Üniversitesi’nde de bu konuda konferans verdim. Genelkurmay Başkanı bana Yeni Buluşlar Şerit Rozet Beratı verdi. Onurlu ve gururluydum, Cumhuriyet tarihinde sağlık alanında buluş yapmış bir Türk subayı olmuştum. TÜBİTAK ve EBİLTEM gibi kuruluşların desteklediği Özgün Çözümler Proje Pazarı yarışmasında patent aldığım projem birincilik ödülünü kazandı. Bu durumda sanki fotoromanda okuduğum ve hayalini kurduğum işi başarmıştım.
İlacı keşfettik ama yetmiyor, bunun hastayı da tedavi etmesi lazım. Tedaviyi de başarsak, şizofreniye tedavi geliştiren bir bilimci olarak Nobel kazanamasam da bilim camiasında önemli bir yer edinirdim. Ancak patentim Türkiye’de öksüz kaldı, çünkü ilaç geliştirmek için TÜBİTAK’ın bütçesi yetersizdi. Çalışmalarımın sonuçlarını Journal of Pysicopharmacology de yayımladım. Ardından Neuroscience Biobehavioral Review ve Current Medicinal Chemistry gibi önemli dergilerde kapsamlı derlemelerim basıldı. Bunlar alanında ilk %10 ve %25’e giren dergiler, ancak bana “Bu bir buluş olsaydı Science ya da Nature’de yayımlanırdı” diyenler de oldu. Türkiye’deki bazı bilimcileri maalesef ikna edemedim. Bu arada Eczacıbaşı Bilim Ödülü’nün inovatif yayın ile ilişkili bir kategorisine başvurdum ama kazanamadım. Başvurduğum inovasyon kategorisinde bu yıl ödüle değer çalışma çıkmamıştır denildi. İncelemeli patent inovasyona yeterli bulunmamıştı. Ülke de Ar-Ge olsun inovasyon olsun diyorlar ama gözlerinin önündekini göremiyorlar. Zor şartlarda üç molekül geliştirmişim ve patent almışım. Sırf patent bile önemli bir çalışmaydı.
“Türkiye’de inovasyon yapılsın, Ar-Ge gelişsin diyorlar. Nasıl olacak?!”
Patent almak kolay bir iş değil; teknik desteğim, avukatım yoktu. Geliştirdiğim 3 molekülün patentini Türk Patent Enstitüsü onayladı. Bizim hakemimiz Avusturya patent ofisiydi. Sonra bir yıl içinde bu patentleri uluslararası onaydan geçirmemiz gerekirken yapamadık. Çünkü hakkımda bir karalama kampanyası başlatıldı. Bir akşam bir arkadaşım beni aradı ve “Kurtlar Vadisi dizisini aç seni anlatıyorlar” dedi. Dizide bir farmakolog insanları psikopatlaştırıp tetikçi yapıyordu. Çeşitli internet mecralarında çalışmalarım “Vadiye (Kurtlar Vadisi) konu olacak müthiş buluş” diye alaycı ve imalı bir şekilde verildi. Gazetelerde “GATA’nın buluşunda derin şüphe” gibi manşetler atıldı. Buna göre ben şizofreniyi zaten biliyormuşum ve insanları terör eylemleri yapacak şekilde şizofreni yapıyormuşum. Ailece çok can sıkıcı bir sürece girmiştik.
Bir takım sahte isimli insanlar internet üzerinden beni karalamaya başladı. Ben de bunlara cevap vermek için tek bildiğim bilim dilini kullanarak peş peşe makalelerimi yayınlamaya devam ediyordum. 13 Haziran 2012’de tutuklandım. Suçlamalar; casusluk, insan ticareti, kişisel verilerin kaydı, fuhuş, şantaj vb. Bu suçlamalarla beni İzmir’e götürdüler. O tarihlerde gazete başlıklarında (Zaman gazetesini göstererek) “Casusluk şebekesinin GATA Planı”, “Albay Prof. Dr. İ.T.U.’nun çetenin GATA koordinasyonunu sağladığı” vb. haberlerle maalesef bir algı operasyonu yaptılar. Cezaevinde 9 ay kaldım. Çevremdekiler uzaklaştı, çalışma teklif eden Amerikalılar kayıplara karıştı. Sonra serbest bırakıldım. Bu süreçte uluslararası patente başvuramadığımdan çalışmalarım Türkiye’de patentli ve güvende, fakat dünyada değil. Çok da önemli değil, ben halen peşindeyim. Başarılı olduğumda bundan tüm dünya faydalanabilir. Ama o zamanlar bu ilacı geliştirip üretebilsek Türkiye’ye çok büyük ekonomik faydası olacaktı.
“Cezaevinde kaldığım süreçte ne yaptım?”
Cezaevinde de dokuz ay boyunca durmadan çalıştım. Bir TUBİTAK projesi ile şizofreni hastalarının kan düzeylerine bakmıştık. Benim iddiam; agmatin bir poliamin. Poliamin miktarının kanda artmasıyla şizofreni belirtilerinin artması arasında direkt pozitif bir ilişki var. Bu ilişkiye bir parazit neden oluyor olabilir. Benim patentlerini aldığım moleküller antiparaziterdi. Çalışmaları destekleyecek kan düzeyinin sonuçlarını almıştık. Sonuçlar harikaydı. Kanda agmatin düzeyi 3-4 kat artmıştı. Makaleyi cezaevinde yazdım ve kabul edilerek “Journal of Psychiatric Research” de yayımladı. İmpact’i 4.5 civarında bir dergi ama yine bir Nature veya Science değil. Bu makaleyi yazmak için epey bir mücadele verdim. Cezaevinde interneti kullanmam yasak ve bilgisayarı kullanmak için ise özel izin çıkarttım. Ayrıca Madde Bağımlılığı kitabımı da cezaevinde yazdım. Bir de “Beyin ve Stres, Zor Koşullarla Mücadele Etme” semineri hazırladım. Bir nörodavranış bilimcisi gözüyle haksız tutukluluğun ve hapishane koşullarının beyni nasıl etkilediğini anlatmaya çalıştım. Cezaevi müdürü de bu sunumu çok beğenerek cezaevi çalışanlarına da vermemi istedi böylece cezaevi çalışanlarına da konferanslar verdim.
Cezaevinden çıktık; çalışacak yer yok, laboratuvar kapatılmış, kimse iş vermiyor. GATA komutanı da destek olmadı. Kendime yeni bir yol bulmam gerektiği imasında bulundu. Bazı arkadaşlar bana neden Üsküdar’dasın diye soruyorlar. Kimse ne yaşadığımı bilmiyor ki, cezaevinden çıktım ama davalarım devam ediyor. Hakkımda açılmış 3-4 tane dava var. Sadece casusluk davası değil, genelkurmay ordudan atılmam için de dava açtı. Bu süreçte saydım, tam 13 farklı mahkemede hesap verirken yaklaşık 20’nin üzerinde hâkim ve savcı ile muhatap olmuşum. Böyle bir süreçte birçok kurum sizi işe almaya çekiniyor, risk almak istemiyor ve iş vermiyor. Bana sadece Üsküdar Üniversitesi teklifte bulundu ben de Üsküdar Üniversitesi’ne gelerek Nöropsikofarmakoloji Uygulama ve Araştırma Merkezini kurdum. Şimdi burada altıncı yılı doldurmak üzereyim.
Yeditepe Üniversitesi konferans vermem için davet etmişti. Burada dünyaca ünlü beyin cerrahı Gazi Yaşargil hocayla tanıştım. Gazi Hoca Yeditepe Üniversitesinde işe başlayınca, hocadan nörofarmakoloji konulu bir doktora programın da ders vermesi istenmiş. Hoca da öğrencilere önermek için Türkçe Nörofarmakoloji konusunda bir kaynak ararken benim Nöropsikofarmakoloji kitabımı görmüş ve benimle tanışmak istemiş. Bende hocayı ziyarete giderek kitabımı imzalayıp verdim. Birlikte fotoğraf çektirdim. Bu fotoğraf benim için çok önemli; beyin cerrahı olmak çocukluk hayalimdi. Dünya çapında bir beyin cerrahının bana gösterdiği takdir ve ilgi hayalimi gerçekleştirmiş kadar beni mutlu etti.
Sonra yaşadığım süreci “Şizo-Fren” isimli bir kitap haline getirdim. Birçok yayın evine müracaat ettiysem de bana “Konu bayat ilgi çekmez, siz ünlü değilsiniz, kitap bu şekilde satmaz, bunun içinden cezaevini çıkarın şizofreniyi anlatın o daha çok ilgi çeker” gibi şeyler söylediler ve basmadılar. Bir yayımcı da “Siz bir Aziz Sancar değilsiniz, otobiyografi yazma cesaretini nasıl buldunuz” dedi. Kısacası haddini bil dediler. Aziz hocayı sever takdir ederim orası ayrı bir konu ama aynı şartlara sahip olsaydım, ya da onun başına benim başıma gelenler gelseydi ne olurdu bilemiyorum.
Daha sonra “Görünmeyen Beyin” isimli bir kitap yazdım. Bu kitabın yazılma hikâyesi de oldukça ilginçtir. Elimdeki Şizo-Fren kitabını gittiğimiz yayınevleri basmıyor. “Biraz küçült, sadeleştir, seninle birkaç ay sonra bir daha görüşelim” diyen bir başka yayıncı da bana “29 yıl GATA’da çalışmışsın, GATA’yı anlatan bir kitap yazsan daha iyi olur” dedi. Bende yayımcıya “GATA bana kucak açtı ve sistemin içine soktu ama cerrahi dâhil birçok branşın tarihini anlatacak yetkinlikte değilim, orası tabiplerin yeri yapamam, hekimler anlatsın” dedim. Kitap için en son gittiğim Destek Yayınevinde yayınevinin sahibi Yelda Hanım “Sizin beyin ile ilgili harika bilgileriniz var. Görünmeyen Beyin başlığı ile internette yaptığınız bazı konuşmalar var, biraz popüler dil kullanarak bunu kitaplaştırın. İnsanlar sizi tanısın. Sonra bağımlılık ile ilişkili bir kitap yazın üzerine, onu da çıkaralım. Yeterince tanınırsanız istediğiniz kitabı yayımlarız” dedi. Görünmeyen Beyin kitabım 4., ve Hazdan Bağımlılığa kitabım 3. baskısını yaptı. Sanırım bir süre sonra süreci anlatan kitabı çıkaracağız.
“Nobel ödülünü hala alamadım, ama niye alamayalım, bizde bilim insanıyız”
Hasılı, henüz Nobel’i alamadık. Türkiye’de yeni teori öne sürüyorsan, ya da yerleşik bir teoriye itiraz ediyorsan önce “Sen kim oluyorsun” diyorlar. “Nobel ödülü alabilirim” diyorsun, şaşkınlık ve ruh sağlığından endişe ederek bakıyorlar. Bunları dillendirmemiz lazım. Niye alamayalım, bizler de profesyonel bilimciyiz. Ben bunu boks maçına benzetiyorum. Onbeş rauntluk boks maçında 14 raunt dayak yersin 15. rauntda bir kısa yumruk çıkarırsın rakibini nakavt eder ve maçı kazanırsın. (Gülerek) Benim ilacın tedavi etkinliğini henüz bilmiyorum; ilaç etkili olur ve bir fırsatını bulup bunu gösterebilirsem neden Nobel almayayım?
Aziz Hocayla benzer taraflarımız var. İkimiz de bu günkü durumumuzu Atatürk’e borçluyuz. Atatürk reformları yaparak Cumhuriyetin temellerini bilim üzerine inşa etmesiydi bugün ne Aziz Sancar ne de Tayfun Uzbay olurdu. Aziz Hoca da bugün geldiği durumu Atatürk’e borçlu olduğunu söylüyor. O da benim gibi devlet okullarında okuyarak İstanbul Üniversitesi’nde yüksek tahsilini yaptı. Aziz hoca Tıp, ben ise eczacılık okudum. İkimiz de okul yıllarında kalecilik yaptık.
Bugün İstanbul Üniversitesi iki Nobel ödüllü insan yetiştirmiştir. Bu çok önemli bir olaydır. Ama üniversite dâhil kimse bunun farkında değil. Sağ olsunlar Eczacılık Fakültesi mezuniyet törenlerine TEB (Türk Eczacılar Birliği) Akademi başkanı olduğum için davet ediyorlar. Konuşmamda bundan bahsedince şaşırıyorlar. Nobel ödülü alan insanlarımızı yâd edelim ama üniversitenin de katkısını unutmayalım. Dünyada kaç üniversitenin mezunu Nobel ödülüne uzanıyor.
Aziz Hoca bir söyleşide “Benim en büyük umudum benden sonraki Türk kuşakları kitaplarda benim yaptığım buluşları okuduğunda, bunu bir Türk yaptı ve biz de yapabiliriz demeleri ve bu düşünce ile benden ders alarak benden daha önemli buluşlar yapmaları ve inşallah onlardan birinin Nobel kazanmasıdır” demişti. Ben bundan çok öncesinde zaten Nobel’i hayal etmiştim. Burada problem, Türkiye’nin bilimsel ikliminden Nobel ödülü alacak çalışma ve bilim insanı çıkmasının zor olduğu. Aslında Aziz Hoca ve onun gibi güçlü bilimcilerimiz Türkiye’ye dönüp buradaki iklimin düzeltilmesine çaba sarf etse daha iyi olur gibime geliyor.
“Atatürk yurtdışına giden bilim insanlarımızın ülkesine dönmesini isterdi”
Atatürk’ün vasiyeti, Türkiye’nin bilimsel çalışmalarla öne çıkması ve bunum ülkemizde çalışarak yapılmasıdır. Atatürk yurtdışına giden bilim insanlarımızın ülkesine dönmesini isterdi. Atatürk yaşasaydı Aziz Hoca’ya çalışmalarını Türkiye’de yürütmesini söylerdi. Aziz Hoca’nın Atatürk’ü övmesi, ödülünü Anıtkabir’e vermesi çok güzel bir davranış. Ama öte yandan yurtdışında yaşaması ve ülkemizden zeki öğrencilere Amerika’da kurduğu vakıf aracılığıyla destek vermesi bana göre yurtdışına olan beyin göçünü özendiriyor. Tüm bunları önlemek ve ülkemizde bilimin gelişmesine katkı sağlamak için öncelikle Türkiye’deki bilimsel iklimi düzeltmemiz lazım. Ben Aziz Hoca’nın ülkemizde çalışarak Nobel ödülüne nasıl ulaşacağımızı, bunun yolu ve yöntemini, neleri düzeltmemiz gerektiğini anlatmasının daha etkili olacağını düşünüyorum. Bu konuları ben ve başka bilimciler de yazıp çiziyor, ama bizi kimse dinlemiyor. Bu tespitleri Tayfun’un söylemesiyle Aziz Hoca’nın söylemesi fark eder.
Aziz Sancar’ın aldığı bu ödül aslında Türkiye’nin hanesine yazılmadı. Bazı bilimciler bunu söylediğim için de bana kızıyor ama gerçek bu. Hatta katıldığım bir bilim jürisindeki saygın bir bilimci Aziz Hoca’dan özür dilemem gerektiğini söyledi. Bizler bilim insanıyız ve bilim alanında da birbirimizi eleştirebiliriz. Hocayı hedef alan saygısız bir şey söylemedim. Neden böyle bir eleştirilemezlik dokunulmazlığı sağlıyoruz, anlamıyorum. Maalesef biz kavramları karıştırıyoruz. Ben Aziz Hoca’yı çok takdir ediyorum. Çalıştığım üniversitede portresi önemli bilimcilerin arasında yer alıyor, bir amfiye de adını verdik. Ama kabul edelim, Aziz Hoca’nın çalışmalarının ekonomik katma değer olarak Türkiye’de yaşayan Türklere bir artısı yok. Bunu söyleyince neden kızılıyor yine anlamıyorum.
Forbes Dergisi 2013 yılının Aralık ayında yayımlanan 12. sayısında tüm bu bilim insanlarını ve çalışmalarını “Bilimin CEO’ları” başlığı altında ayrıntılı bir şekilde verdi. Bu önemli bilim insanlarının yönettikleri önemli projeleri gıpta ile okudum. Eminim başka okuyanlar da olmuştur ve bunların bir kısmı bu parlak bilimcilerle kurdukları genetik bağlantı üzerinden Türk olarak gurur duymuşlardır. Bu Türklerin ortak özelliklerine bakıldığında lisans ve yüksek lisanslarını Türkiye’den aldıkları gözüküyor. Yani biz eğitim sistemimiz içinde dünya çapında bilim insanı yetiştiriyoruz ama bu yetiştirdiğimiz insanlarımız ülkemizde üretemiyor ve yurtdışına gidiyor. Eğitimli insanımızı Türkiye’de tutamıyoruz. Yetiştirip ihraç ediyoruz. Bunun olmaması lazım.
“İlk uçma fikri Türkiye’den çıkmış iken, neden ilk uçağı onlar yapmadı?”
Herkesin bildiği üzere vakti zamanında evrensel boyutta dünya haritaları çizen Piri Reis, Kubat Paşa diye hırslı bir adamın iftirasına uğruyor ve boynu vuruluyor. Hazarfen Ahmet Çelebi’yi de biz kanat takıp uçan çılgın bir adam olarak tanıdık. Ama yaptığı o uçuşun altında aerodinami, havabilimi, geometri var. Bunu Türkiye ve Türkler kitabının yazarı Büyükada doğumlu Andrew Mango söylüyor. Mango kitabında “İlk uçma fikri Türkiye’den çıkmış iken neden ilk uçağı onlar yapmadı?” diye soruyor. Biz icat yapma işine pek pozitif bakmıyoruz. Türkiye’nin kendi değerlerine sahip çıkmama huyu var. Hulusi Behçet önemli bir değerimiz ama adına önemli toplantılar yapılmıyor, üniversitelerden birine adını da vermedik.
2012 yılında Nobel kimya ödülünün sahibi meslektaşım Prof.Dr. Brian Kobilka, Ülker’in davetlisi olarak Türkiye’ye geldi ve Sabri Ülker Center da bir konferans verdi. Konferansta Ülker ailesinden söz alan bir yetkili, Amerika’da Harvard’a 24 milyon dolar yatırımla araştırma merkezi kurduğunu söyledi. Ülker, yurtdışına yaptığı desteğin çok küçük bir bölümü olan 100 bin doları bizim laboratuvara yapmıyor. Ülkemizde böyle destekler alamıyoruz, bu şekilde icat çıkaramayız. O gece önemli bir ödül de Rockefeller Üniversitesi’nde çalışan Türk asıllı bir bilim insanına verildi. Peki, burada çalışanları niye ödüllendirmiyoruz? Bu motivasyona daha çok kimin ihtiyacı var? Sonrasında Türkiye’de Ar-Ge niye gelişmiyor, neden kendi ilacımızı yapamıyoruz, neden bilimsel bilgiyi bir teknolojiye dönüştürme yeteneğine sahip değiliz gibi sorular sorup duruyoruz. Ama başka ülkeler bunu başarıyor.
“Amerika’da önemli kemoterapi ve nöropsikiatri ilaçlarının bir kısmını LG firması geliştirmiş”
Bizde ilaç veya teknoloji geliştirmede teşvik yok, risk yatırımı yok. Büyük şirketler paralarının bir kısmını teknolojiye yatırırlar. Bugün Amerika’da önemli kemoterapi ve nöropsikiatri ilaçlarının bir kısmını LG firması geliştirmiş, sonrasında Pfizer’a devretmiş. Bu şekilde maddi kazanımın yanında firma “know how” da geliştiriyor. Ülkemizde bilimsel çalışmalara yeterince kaynak ayrılmıyor. Bu koşullar altında her gün şizofreni hastalarının yakınları “Ne yapıyorsunuz, patentini aldığınız ilaç ne zaman çıkacak?” diye beni arıyor. Elimden gelenler Türkiye’nin bilimsel iklimi ve bilime verdiği değerle sınırlı. Ben de ancak makale ve kitap yazabiliyorum. Buluşları ilaca dönüştürebilmek için zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var.
Scientific American isimli popüler bilim dergisi yaptığı bir çalışmada yeni bilimsel bilgi üretip bunu teknolojiye dönüştüren ve ekonomiye kazandıran ilk 25 ülkeyi sıralamıştı (The World’s Best Countries in Science. Scientific American, 307(4): 36-37, October 2012). Burada Amerika 100 puanla birinci, Finlandiya 1 puanla 25. sırada yer almış. Bu 25 ülke aslında dünyadaki ekonomik küresel gücü de oluşturuyor. Bunlar enflasyonlarını kontrol edebiliyorlar, büyük mali bir kriz olsa da bu ülkeler az etkileniyor. Ama biz çok etkileniyoruz. Buradaki farkı ülkelerin bilimsel iklimi ve kapasitesi belirliyor. Yaptırdığın doktoranın kalitesi, üniversitenin kalitesi, Ar-Ge faliyetlerine ayırdığın bütçe, risk yatırımcılarının Ar-Ge faaliyetlerini ne kadar tercih ediyor; hepsi etken. Türkiye’de risk yatırımcısı daha çok araziye ve binaya yatırım yapıyor. İnsana yatırım yok. Nitelikli beyin gücü kendine yatırım yapan ülkeye göç ediyor. Bu kafa ile Türkiye’de bilimsel bilgi üretilmesi ve teknoloji gelişmesi çok zor görünüyor.
Ülkelerin bilime ayırdığı pay ve üretim çıktılarına bakarsanız, Finlandiya’nın Amerika’nın çok çok azı bir bütçe ayırmasına rağmen çıktısının oldukça fazla olduğu görülüyor. Burada dikkat çekici olan Finlandiya’nın bugünkü eğitim sistemidir. İlginç olan ise Finlandiya’nın eğitim sisteminin bizim 1950’lerde terk ettiğimiz Köy Enstitülerine benzerlik göstermesidir, Aziz Sancar’ı da yetiştiren beğenmeyip terk ettiğimiz eğitim sistemidir.
Günümüzde bir demokrasi toplumu yaratacaksanız bunu bilim, hukuk ve etik temelinde yapmanız gerekiyor. Maalesef ülkemiz bilim ve hukuk konusunda alt liglerde. Buradan bir bilim iklimi yaratmak çok zor. Çabalayan olunca da icat çıkarma diye önü kesiliyor. Hatırlarım babaannem de bana kızdığında “icat çıkarma” derdi. Eski köye yeni adet getirme, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar, yel değirmenleri ile savaşma, sallabaşını al maaşını gibi başka örnekler de sunmak mümkün.
Atatürk’ün felsefesi devam etseydi Türkiye’yi büyük ihtimalle listedeki 25 ülke arasında görebilirdik. Bizim Brezilya, Tayvan veya Güney Kore’den ne eksiğimiz var?
“Bana konferanstan sonra bu soru çok soruluyor.”
Konferanslarım sonrasında gençler sıklıkla “Pişman mısınız? Sizi tekrar geri gönderme şansımız olsaydı. Kuzey Teksas Üniversitesinde kalır mıydınız” gibi sorular soruyor. “Hayır, kalmazdım yine aynısını yapardım” diyorum. Ama şurası da gerçek ki şu andaki eğitimin kalitesi de ortada. İyi bir eğitim için çok para sarf etmek de gerekiyor. Gençlere Türkiye’de kendilerini geliştirecek bir yol bulamıyorlarsa, yurtdışına gitmelerini tavsiye ediyorum. Gitsinler, ama şunu da bilsinler ki ne kadar çok nitelikli insan ülkeyi terk eder ve giderse ülkenin gelişme şansı da o ölçüde giderek zayıflar. Ülkemizin gelişmesini istiyorsak çocuklarımıza doğru rol modeller sunabilmeli, onlara fırsat eşitliği ve hakkaniyet içeren iyi bir eğitim sunmalıyız.
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. İ. Tayfun Uzbay
Kaynak: https://https://doktorclub.com/saglik40-detail.php?postId=18672